Kânûnî Sultan Süleyman’ın Kudüs’teki İmar Faaliyetlerine Dair Bir Yazma Eser: Na’îmî’nin “Fezâil-i Kuds”ü

Bu makale, 23-24 Eylül 2017 tarihlerinde Ümraniye Belediyesi, İstanbul Medeniyet Üniversitesi ve Burak Derneği iş birliğinde gerçekleştirilen “Uluslararası Kudüs Sempozyumu (Dünü, Bugünü, Yarını)” isimli akademik etkinlikte sunulan tebliğlerden oluşan Geçmişten Günümüze Kudüs kitabından alınmıştır.

Menderes VELİOĞLU1

1. NA‘ÎMÎ (ÇEŞMECİZÂDE Nİ‘METULLAH ÇELEBİ)’NİN HAYATI2

Müellif eserinde, “kim” olduğuna dair hemen hiç bilgi vermez. Öyle ki, devrin tezkire/tabakât kitaplarında tercüme-i hâli verilen iki Na‘îmî’den hangisinin kendisi olduğunu tespit edebilmemiz, ancak şiirinden verilen örnek sayesinde mümkün olabilmektedir. Hakkında bilgi veren kaynakların en eskisi olan Âşık Çelebi’nin Meşâ‘iru’ş-Şu‘arâ’sında, Na‘îmî’nin nazmına örnek olarak Fezâyil-i Kuds’ün son gazelinin şu bölümü verilmektedir:

Âsitânuñdur şehâ dergâh-ı a‘lâmuz bizüm
Hak bilür yok gayrı kapuda temennâmuz bizüm
Kullaruñ ‘âlî-cenâb-ısa biz eñ ednâsıyuz
Yoluña olsun fedâ a‘lâmuz ednâmuz bizüm
Kul olan kapuñda buldı iki ‘âlem devletin
Ey medâr- ı devlet-i dünyâ vü ‘ukbâmuz bizüm3

Bu beyitlerle kimliğini tespit edebildiğimiz Na‘îmî, İstanbulludur. Çeşmecizâde diye meşhur olup asıl adı Ni‘metullah’tır. Babası Çeşmecizâde Ubeydullah Çelebi uzun yıllar kazasker divanlarında kâtip olarak görev yapmıştır. Sa‘dî Çelebi’nin rahle-i tedrîsinden geçen Na‘îmî, hocasının İstanbul kadılığı döneminde (930-940/1524-1533) kassâmı olarak hizmetinde bulunmuş ve bu vazifesi sırasında sayısız kitap ve risale biriktirmiştir. Yine Sa‘dî Çelebi’den mülâzım olmuşsa da, akranları gibi ekâbir kapılarında gezmediğinden ilmiye tarikinde layıkıyla ilerleyememiştir. 960/1552-53 tarihinde İstanbul’da Kadı Hüsam Medresesi’nde hâriç rütbesi ile müderris olduğunu öğrendiğimiz Na‘îmî, 974/1567 Ramazan’ındaki vefatına dek aynı vazifesini 50 akçe ile sürdürmüştür4.

Kaynaklar Çeşmecizâde Ni‘metullah Çelebi’nin Kudüs’te görev yaptığı ile ilgili hiçbir bilgi vermez. Ancak yine aynı kaynaklarda Na‘îmî’nin 940’ta sona ermesi gereken İstanbul kadısı kassâmlığı ile 960’ta başladığı müderrisliği arasındaki dönemde nerede ve ne işle meşgul olduğu hakkında bilgi de yoktur. Bu sürenin bir kısmında müellifimiz Kudüs’te bulunmuş, Kanuni Sultan Süleyman’ın Kudüs’ün imarı ile vazifelendirdiği (ismini vermediği)5 bir zata kâtiplik yapmış ve imar faaliyetlerini manzum ve mensur olarak kâğıda dökmüştür6.

Na‘îmî’nin Kudüs’te ne kadar süre kaldığına dair net bir bilgiye sahip değiliz. Eserinde verdiği yegâne tarih sur inşaatının başlangıç ve bitiş tarihleri olan 944-9487 yıllarıdır. Ancak anlatımından yola çıkarak bu tarihten bir müddet önce Kudüs’e geldiği ve inşa faaliyetlerinin tamamlanmasından sonra da bir süre burada kaldığı söylenebilir. Metinde yer yer görülen memnuniyetsizlik ve ümitsizlik de, Kudüs’teki vazifesinin, isteği hilafına uzadığı izlenimini vermektedir8. Memleket hasretinin (en geç) 960’ta sona erdiğini anladığımız Ni‘metullah Çelebi, ömrünün son demlerini gençliğinde topladığı kitapları ile münzevi bir şekilde geçirip 974 Ramazan’ında vefat etmiştir9.

Âşık Çelebi Na‘îmî’den “Akrânınun meşhur ve müsellem-i ehl-i ‘ilm ü edîbidür”10 diye bahseder. Atâî ilmin pek çok alanında vukufu olduğunu belirtirken, “hüsn-i hat ve inşâda mâhir, ehl-i ‘ilm ve şâ‘ir” olduğunu, aynı zamanda âbid ve ârif bir zât olduğunu da eklemektedir. Yine Atâî, talebesi Niksârîzâde’den11 rivâyetle Na‘îmî’nin riyâzî ilimlerle mantık ve kelamda da övgüye layık bir âlim olduğunu aktarmıştır.12 Kaynaklarımız bize, Na‘îmî’nin gerçek bir kitap dostu olduğunu da bildirmektedir. Vefatı yılında kaleme alınan Meşâ‘iru’ş-Şu‘arâ’da Âşık Çelebi’nin “Âlemden mün‘azil ü münkatı‘ olup el-hak kitâbetle/kitâbla mûnisdür”13 diye nitelendirdiği Na‘îmî, İstanbul kadısı Sa‘dî Çelebi’nin kassâmlığı vazifesi esnasında biriktirdiği kitap ve risaleleri mütalaa etmeyi sohbet-i yârâna değişmez.14 Bu münzevi hayat kendi tercihi gibi gözükse de, makam, mansıp peşinde koşmayıp ekâbir kapılarında himaye arayışından hoşlanmayışı da bu tercihte etkili olmuş gibi gözükmektedir. Na‘îmî’nin dikkate değer bir diğer özelliği ise talihinin kapalı oluşudur. Bahtının yıldızı tutulmuş, muradının ayı keder bulutları içinde örtülü kalmıştır.15 Bu hali eserine de yansımış, muhtelif vesilelerle rahat ve huzurunun kalmadığını, asla ümit kesmemekle birlikte kusuru ve günahından boynunun bükük olduğunu dile getirmiştir.

Kaynaklar Ni‘metullah Çelebi’nin herhangi bir eserinden bahsetmez. Bizim de tespit edebildiğimiz yegâne eseri Fezâyil-i Kuds olup bundan da ancak iki nüsha günümüze ulaşabilmiştir.

2. FEZÂYİL-İ KUDS’ÜN NÜSHALARI

Eseri yayına hazırlarken esas aldığımız nüsha, Süleymaniye Yazma Eser Kütüphanesi, Fatih Koleksiyonu, 4446 numarada kayıtlıdır. Yer yer harekeli, nesih yazı ile, 13 satır, 81 varak olarak tertip edilmiştir. 238x150mm. (kağıt boyutu), 128x67mm. (yazı alanı) ölçülerine sahiptir. Metin siyah, başlıklar altın yaldız mürekkep ile yazılmıştır. Serlevha lacivert zemin üzerine altın yaldız tezhibli olup, içerisinde “Fezâyil-i Kuds” yazılıdır. Cildi kahverengi deri kaplı olup, şemse, salbek ve köşebentleri altın yaldızlı ve rûmî motiflidir. Vikaye yaprağında yer alan “Odadan çıkan Türkî” ifadesi nüshanın Saray Kütüphanesi’nden çıktığını düşündürmektedir. 1a sayfasında Fatih Kütüphanesini yaptığı bağışlarla genişleten Sultan I. Mahmud’un vakıf mührü ve vakıf kaydı yer almaktadır. Bu mührün hemen yanında Arap (Hint) rakamları ile 4447 yazılı ise de, bu numara hatalı olmalıdır. Zira Fatih Kütüphanesinin Devr-i Hamîdî Kataloğunda dahi eser 4446 numarada kayıtlıdır.

Nüshanın istinsah tarihi ile ilgili herhangi bir bilgi yoktur. Yukarıda belirttiğimiz sebeplerden bu nüshanın Na‘îmî’nin, Sultân’a vâsıl olması temennisiyle kaleme almış olduğu müellif nüshası olabileceğine dair bir görüşümüz var ise de, bunu kesinleştirecek verilerden de uzağız.

Metinde “B Nüshası” şeklinde yer yer atıfta bulunduğumuz ikinci nüsha ise, Süleymaniye Yazma Eser Kütüphanesi, Yazma Bağışlar Koleksiyonu’ 8371 numarada kayıtlı olup h. 1033 tarihli istinsah kaydını havidir. 19 satırlı 52 yaprak olarak tertip edilen nüshanın boyutları 150x95mm. (kağıt) ve 105x48mm.’dir. Kahverengi deri kaplı, şemseli bir cilt içerisindedir.

3. ESERİN MUHTEVASI

Eser, tezhib içerisindeki Fezâyil-i Kuds ifadesinin ardından başlıksız bir tevhîd ile başlar. Müellif burada, Allah’ın cümle mevcudatı yoktan var edip, gökleri ve yeri yarattığını ve Kudüs ile yeryüzünü süsleyip bezediğini dile getirir (1b-2b). Ardından bir na’t ve dört halifeyi öven 5’er beyitlik methiyelerle devam eder (2b-4a). Sonraki başlık Kânûnî Sultan Süleyman’ın methine dairdir. Sultanı geçmiş büyük hükümdarların ve peygamberlerin halefi olarak niteledikten sonra Na‘îmî şu mısraları sıralar:

Eyleyüp Beyt-i Makdis’e tekrîm
Kıldı tecdîd vü hürmet itdi ‘azîm
Harc idüp ânda genc-i bî-pâyân
Ol makâma getürdi âb-ı revân
Eyledi ânı sûr-ıla mahsûr
Tâ ki günden güne ola ma‘mûr
Ol şâhuñ kim işi ‘adâlet olur
Kârı dâim ânuñ ‘imâret olur (5a)

Adeta kitabın özeti mahiyetindeki bu beyitlere göre Sultan Süleyman’ın Kudüs’te yaptırmış olduğu imar faaliyetleri 3 başlıkta sınıflandırılabilir. Bunlar; şehrin sur ile çevrilmesi, suyolları yapılarak su sıkıntısının giderilmesi ve başta Mescid-i Aksâ ile Kubbetü’s-Sahra olmak üzere şehrin genelinde yapılan tamir ve tecdit çalışmalarıdır.

Bir münâcât ile devam eden müellif, Sultan’ı layıkıyla methedebilmesi için Allah’a yalvarır. Zira sonrasında gelen “Tertîb-i Kitâba Müellifün Adem-i İktidârı ve Bâblarından Kinâyet Bir Nice Sühan-ı Bî-Mikdârıdur” başlıklı bölümde bize anlattığına göre gözünde nem, dilinde bin elem peydâ olmuş, rahat ve huzuru kalmamıştır (6a)16. Tüm bunlara rağmen kendisine bahaneleri bir kenara bırakmayı ve sözü daha fazla uzatmamayı telkin ederek eserinde değineceği konuları muhtasaran sıralar. Mescid-i Aksâ’nın ilk kez kim tarafından inşa edilmiş olduğu, kaç kez harab olup tamir edildiği, Kudüs’ün Hz. Ömer döneminde fethi, tekrar gayrimüslimlerin eline geçişi ve yeniden fethi ile Kânûnî devrindeki imar faaliyetleri bu kısımda belirtilen konu başlıklarıdır (6a).

3.1. Kudüs’ün İlk Bânîsi

“Âgâz-ı Kitâb”da Beyt-i Makdis’in kim tarafından ve ne zaman yapıldığı sorusunu tekrarlayan Ni‘metullah Çelebi, Ebû Zer’den rivayetle aktardığı hadiste, Mescid-i Aksâ’nın, Beytü’l-Haram’dan sonra yeryüzünde bina edilen ikinci mescit olduğunu ve ikisinin arasında kırk yıllık bir sürenin bulunduğunu dile getirir. Kaynak vermeden aktardığı diğer bazı rivayetlerde ise Beytü’l-Haram’ın Hz. Adem’den iki bin yıl önce melekler tarafından inşa edildiği yahut hem Mekke’yi hem de Kudüs’ü Hz. Adem’in bina ettiği görüşlerini, yorum ve tercihte bulunmaksızın kaydeder (7ab).

Sonraki bölümde Hz. Nûh’un oğlu Sâm’ın Kudüs’e hizmetleri anlatılır. Melikisâdık17 namıyla meşhur olan Sâm b. Nûh, Cebel-i Kudüs civarında bir mağaraya ibadet amacıyla çekilmiş, her ne kadar insanlardan gizlenmeye çalışmışsa da bir müddet sonra halkın ve ardından da devrin on iki kudretli hükümdarının dikkatini çekmiştir. Sâm b. Nûh’u ziyarete gelen ve sohbetine hayran kalan On İki Melik, kendisinin bu şehre yerleşerek halkını irşad etmesini rica etmişlerdir. Bu teklifi kabul eden Sâm b. Nûh, Meliklerin kendisine sundukları hazineleri kullanarak Kudüs’ü sur ile çevirmiş ve içini de mamur etmiştir. Kurduğu bu şehre “Yeruşalem” ismini veren, kendisi de “Ebu’l-Mülûk” lakabını alan Sâm, ömrünün sonuna dek burada yaşamıştır (7b-10a).

Ardından gelen bâb, Kudüs’te Amâlika hâkimiyetine dairdir. Na‘îmî, boylarının kırk arşından fazla olduğunu belirttiği Amâlika kavminin bölge halkına zulmettiğini aktarmıştır. Bunun üzerine Allah, Hz. Yûşâ b. Nûn komutasındaki İsrailoğulları’nı bu kavmin üzerine sevk etmiş ve kendilerini şiddetli bir kasırga ile destekleyerek Amâlika taifesini helâk etmiştir. Sâm b. Nûh devrinde yapılan Kudüs surları da bu kasırgadan nasibini almış ve şehir 558 yıl surdan yoksun kalmıştır (10a-11a).

3.2. Hz. Dâvûd ve Hz. Süleyman

Râfi‘ b. ‘Umeyr’den rivayet edilen bir hadis ile başlayan sonraki bâb, Hz.Dâvûd’un Kudüs’te bir mescit inşa etmekle emrolunmasını anlatır. Emri alan Dâvûd Peygamber kendisi için bir ev yapar. Rabbi’nin “Sana Benim için bir ev yapmanı söyledim, sen ise kendin için yaptın” uyarısı üzerine özürlerini arz eder ve Mescid-i Kuds’ü inşa etmeye başlar. Ne var ki bina yükseldikçe yıkılmaktadır. Bu durumu Rabbi’ne şikâyet eden Hz. Dâvûd, Mescidi yapmak için aldığı arazinin bedelini sahibine vermediği, bu sebeple Mescid’in inşasının kendisine değil oğlu Süleyman’a nasip olacağı cevabını alır. Ömrünün sonunda, sınırsız mal ve mülkünü oğlu Süleyman’a bırakıp Beyt-i Makdis’i muhakkak inşa etmesini vasiyet eden Dâvûd Perygamber hakkında Na‘îmî’nin şu satırları, Kânûnî’ye mesaj niteliğindedir:

Çünki Dâvûd’a kalmadı bu cihân
Ne Süleymân’a kala devr-i zamân (12a)

Sonraki üç bâb, Hz. Süleyman hakkındadır. Hâtem-i Süleyman’a uzunca bir medhiyeden sonra müellif, insanlar ve cinlerin onun hükmüne girdiğini ve âlemdeki tüm mülkün ona müsahhar kılındığını aktarır. Bu saltanat içerisinde dört yılının çabucak geçmesinin ardından babasının vasiyetini hatırlayan Hz. Süleyman önce hüzünlenmiş, ardından Cebrâil vasıtasıyla Rabbi’nden gelen selam ve emir ile şükür secdesinde bulunmuştur. Allah için bir ev yapma vazifesi bu kez kendisine verilmiştir (12a-13a). Bunun üzerine Hz. Süleyman cinlerin ve insanların ulularını huzuruna davet ederek bağlılıklarını teyit etmiş ve Kudüs’ü inşa emrini vermiştir. İşi on iki kısma ayırıp Yakuboğulları’nın on iki kolu arasında taksim ettiği gibi, emrindeki her bir devi de farklı bir vazifeye tayin etmiştir. Kimini taş getirmek için dağa, kimini mermer madenine, kimini türlü cevherler çıkarmak üzere deryalara göndermiştir. Her ayrıntısı ince ince tasarlanan iş, on bin üstad ve elli bin işçi ile yürütülmektedir. Lakin bina yükselmeye başladığı bir anda yine yıkılmış ve sarsıntısından dağ taş yerinden oynamıştır. Hz. Süleyman dev ve perilere ferman buyurarak ayakta kalan tüm duvarları da yıkmalarını ve zemini kazarak bu sarsıntının sebebini bulmalarını emretmiştir. Kazı çalışması neticesinde çoşkun akan bir suya ulaşılmıştır. Su öylesine şiddetli akmaktadır ki dizginlenmek için önüne konulan tüm büyük taşları sürükleyip götürmüştür (13a-15a). Çaresizlik içerisindeki Hz. Süleyman işin kolaylaştırılması için duaya sarılmış, duası bitmeden Cebrâil tekrar gelerek Allah’ın selamını ulaştırmıştır. Rabbi’nden, bakır kazanlar yaptırarak içlerini taşlarla doldurmaları ve bunları suya indirmeleri emrini alan Süleyman Peygamber derhal gereğini yapmış ve suyun şiddeti kırılarak binanın temeli oturtulmuştur. Dev, peri, cin ve insanlardan toplam iki yüz bin nefer ile yürütülen çalışma esnasında Tevbe Kapısı tarafında bir ağacın bittiğini, meyvesinin gümüş ve altın olduğunu rivayet eden müellif, bunların mescidin tezyininde kullanıldığını aktarır. Tamamlanan binanın tasvirinde aklın âciz kaldığını belirterek “ihtisâr itmeden yegi yokdur” diyerek konuyu özetlemiş ve inşasından dört yüz elli üç yıl sonra Mescid’i yıkacak olan Buhtü’n-Nasr’ın hikayesinin anlatılacağı bölüme geçmiştir (15a-16b).

c3.3. Bâbil Kralları ve Kudüs

Na‘îmî, Buhtü’n-Nasr18’ın doğumu, adının konuluş sebebi, sureti ve Hz.Danyal’in onunla diyaloğunu anlatacağı bâba, feleğin alçak ve hasis kişileri sevip başa geçirdiğini, nice ehl-i vakarı ise hor ve hakir ettiğini söyleyerek başlar. Ardından Buhtü’n-Nasr’ın hikâyesini –mealen- şöyle anlatır; Kâbus b. Sencârib isimli bir hükümdarın, devrinde güzelliği ile nam salmış bir kadından gayrimeşru bir çocuğu dünyaya gelir. Annesi tarafından, terk edilmiş bir manastıra, Nûh kavminin tazim ettiği “Nasr” isimli putun ayakları dibine bırakılan bebek, “Puh” denilen dişi bir köpek tarafından emzirilir. Bu sebeple çocuk, Puhtü’n-asr/Buhtü’n-Nasr olarak adlandırılır. Başı kel, gözü şaşı, bir ayağı topal olan bu hilkat garîbesinin el ve ayaklarında altışar parmak vardır. Bu vasıflarda bir şahın gelip Kudüs’ü yakıp yıkacağından haberdar olan Hz. Danyal, bir gün odun taşırken gördüğü Buhtü’n-Nasr’ı tanır. Kendisine yemek yedirdikten sonra nasihatte bulunan Danyal Peygamber, günün birinde büyük bir şah olacağı haberini vererek “tahta geçtiğin zaman bana ve akrabama kötülük etme ve Mescid’i yıkmaya kalkma” der. Bu sözleri önce çok ciddiye almasa da tac ve taht fikri zihninde yer eden müstakbel şah büyür ve devrin sultanının kapısında kul olur. Günden güne mevkii yükselen Buhtü’n-Nasr’ı felek, ölen sultanın yerine tahta geçirir (16b-18a).

Bir sonraki bâb, Hz. Yahyâ’nın şehîd edilişi ve Buhtü’n-Nasr’ın Kudüs üzerine sefere çıkışı hakkındadır. Rivayete göre Beyt-i Makdis’in hâkimi, Katâne isimli bir vezir, sarhoş olarak gittiği evinde güzelliği dillere destan olan öz kızına meyl eder. Kızının, eğer böyle bir niyeti var ise devrin ulusu Hz. Yahyâ’nın gelip kendilerine nikah kıymalarını şart koşması üzerine çağırılan Yahyâ Peygamber, Hakk katında günah olan böyle bir isteği yerine getirmeyeceğini bildirir. Bu sözden gazâba kapılan Katâne, Hz. Yahyâ’yı şehîd eder (18a-19a).

Allah’ın bir zâlimi başka bir zâlim ile cezalandırmasına dair olan sıradaki bâbda, Hz. Yahyâ’nın şehâdet haberi kendisine vâsıl olunca, Buhtü’n-Nasr’ın öfkesinden gözünü kan bürüdüğü nakledilmiştir. İki yüz bin sancak taşıyan ordusu ile birlikte yolda duraksamadan Kudüs’e ulaşan Buhtü’n-Nasr kaleyi kuşatmış ancak çetin çarpışmalar ve akan oluk oluk kana rağmen fethine muvaffak olamamıştır. Dönüş kararı almak üzereyken Hz. Yahyâ’nın akrabasından bir kadın feryâd ederek kendisini çağırmış ve “fülân kapuya” giderek orada dua etmesini, Yahyâ’nın kanı hakkı için Allah’tan o kapının açılmasını niyaz etmesini istemiştir. Tavsiyeye uyan sultanın önünde kapı kendiliğinden açılmış, içeri giren askerleri yetmiş bin eri katlederek şehri kan deryasına döndürmüştür. Hz. Yahyâ’nın halen yerden fışkırmakta olan kanını durdurmak için üzerine toprak yığarak adeta bir kule inşa edilmiş ve kan dindirilerek Sübhân’ın emri yerine getirilmiştir (19a-21a).

Yaşanan savaş esnasında Danyal Peygamber Buhtü’n-Nasr’a ulaşarak geçmişte kendisine verdiği emânı hatırlatmış ve kendisine çokça hürmet edilerek akrabalarına da ikramda bulunulmuştur. Bu hadisenin anlatıldığı bölümde Na‘îmî, Hz.Danyal’in harab olmuş şehrin burçlarını birlikte gezdikleri Buhtü’n-Nasr’ı aşağıya atmamış olmasına önce hayıflanır, ardından da şu beyitlerle kendisine kızar (21a-b):

Ey Na‘îmî bu söz degil zinhâr
Bir dahî söyleme bunı yüri var
Çün vukûfuñ yok ehl-i hâl gibi
Hikmetullâh’a Danyâl gibi (21b)

Bir kısa rivayet ile devam eden eserde tekrar Hz. Süleyman’ın Mescid-i Aksâ’yı inşa ettiği devre dönülür ve binanın tamamlanmasından sonra Cebrâil’in Cennet Bahçesi’nden getirerek Sahratullah civarına diktiği bir ağaçtan bahsedilir. Kuruması durumunda Mescid’in kubbesinin de yıkılacağı haber verilen ağacın meyvelerini Ehl-i İslâm’dan biri yediğinde ruhuna rahatlık verirken, bir kâfirin eline alması durumunda melekler derhal onu elinden düşürürler (21b).

Sonraki bâb Danyal Peygamber ile Buhtü’n-Nasr’ın yukarıda söz edilen ağaç hakkındaki konuşmaları ve Mescid-i Aksâ’nın bir kez daha yıktırılması ile ilgilidir. Şehrin burçlarındaki gezintileri esnasında Hz. Danyal’in üzüntü ile ah ettiğini gören Buhtü’n-Nasr bunun nedenini sormuş ve Sahratullah’taki ağacın kuruduğu, bunun Mescid’in kubbesinin çökeceğine delalet olduğu cevabını almıştır. O esnada gördüğü Mescid’in güzelliğinden sorusunun cevabına kulak veremeyen Buhtü’n-Nasr, kendi inşa ettirdiği Bâbil’in Asma Bahçeleri’ni gölgede bırakacağı düşüncesiyle olsa gerek, askerlerine Mescid’i yıkma emri verir. Yıkıma kubbeden başlanmış ve “meleklerin yüz sürdüğü o kubbe, bir bölük kâfirin ayakları altında çiğnenmiştir”. Mescid içerisinde altın ve gümüş namına ne varsa ülkesine taşıtan Buhtü’n-Nasr, altı ay süren bu nakil işlemi sonucunda hesaba gelmez mal ve hazineye sahip olmuştur. Yıktırdığı Mescid’in yerini de kara toprakla doldurtmuştur. Bölümün sonunda Begavî Tefsiri’ni kaynak göstererek aktardığı ve doğru olmasını temenni ettiği rivayette Na‘îmî, Buhtü’n-Nasr’ın ülkesine dönerken bindiği gemide malı ve askeriyle birlikte boğulup gittiğini yazmıştır (22a-23a).

Bir Bâbil hükümdârının yerle bir ettirdiği Kudüs’ün bir başka Bâbil hükümdârı eliyle ihyasının anlatıldığı sıradaki bâb, Buhtü’n-Nasr’ın yıkımından sonra şehrin yetmiş yıl harabe halinde kaldığı rivayeti ile başlar. Seherde horozun ötmediği, karga ve baykuş yuvasına dönüşen şehre sabah rüzgarından başka uğrayan kalmamıştır. Devrin Bâbil hükümdârı, İsrâiloğullarının ulularından olup, sözüne çok kıymet verdiği Azrâ isimli vezirinin tavsiyesiyle Kudüs’ü imar etmeye karar verir. Emrine verilen sınırsız mal ve askerle Kudüs’e gelen Azrâ tamamıyla ıssız olan şehirde değil bina, taş üstünde taş dahi görememiştir. İnşaya sur ile başlamaya karar vermiş, ancak çevre bölgelerin yöneticileri bunu haber alır almaz engel olmak için girişimlerde bulunmuşlardır. Savaşa tutuşmadan bu işten vazgeçip geldiği yere dönmesini bildirmeleri üzerine Azrâ cevaben -müellifin nazmen verdiği- şu nâmeyi göndermiştir:

Didi maksûdımı bilür Allâh
Ki odur râz-ı her dile âgâh
Hayradur niyyetim İlâh içün
Gelmedüm bunda mülk ü câh içün
Tâlib-i memleket kıyâs itmeñ
Bizi koñ halimüzde incitmeñ
Bu diyâr asfiyâ ocâğıdur
Bu makâm etkıyâ durâğıdur
Enbiyâ-yı ‘izâma me’vâdur
Evliyâ-yı kirâma süknâdur
Bunda ecdâdımuñ makâbiri heb
Benî İsrâil’üñ ekâbiri heb
Siz bunuñ hürmetini bilmediñüz
Kadrini kıymetini bilmediñüz
Sa‘yiñüz yoğ-ısa mu‘âvenete
Hîç yer yok hele muhâlefete (24b)

Bu latif cevap da işe yaramamış, civar memleketlerin melikleri askerleri ile Kudüs üzerine yürümüşlerdir. Durumu gören Azrâ, askerinin daha savaşçı olan yarısını gelen ordularla mücadele için görevlendirmiş, kalan yarısına ise surun inşası vazifesini vermiştir. Savaşsız bir haftanın dahi geçmediği on iki yılda Kudüs’ün surlarını yeniden inşa ettirmiş, bunu haber alan İsrâiloğulları da zelil vaziyette dağılmış oldukları yerlerden gelerek Kudüs’ü yeniden mesken edinmişlerdir (23a-25a).

Azrâ’nın muhkem bir temel üzerine bina ettirdiği şehir uzun yıllar ayakta kalmışsa da zaman onu “suya işlenmiş nakış” gibi dağıtmıştır. Azrâ sonrası şehrin yıkılış ve yeniden kuruluşlarını muhtasaran anlattığı bölümde müellif ilk olarak Kûreş19 namında bir Acem Sultanının yaptırdığı tamiratı anar. Ardından “bî-nâmûs” olarak nitelendirdiği Tîtûs20 adlı bir melik gelip yine Kudüs’ü harâb etmiştir. “Küffâr beyleri” diye andığı bir taife tekrar inşasına niyetlenmiş ise de yaptıkları binalar ayakta kalamamış ve yıkılmışlardır. Bu tamir çabasından rahatsız olduğu anlaşılan İblis, yaşlı bir derviş kisvesinde ortaya çıkar. Bir elinde bakır rengi âsâsı, diğer elinde tomar şeklinde kıvrılmış bir kitap, siyah kıyafetli, siyah sarıklı, devamlı tesbih çeken ve fasih konuşan İblis için Na‘îmî’nin yorumu ilginçtir:

Şimdi ol şekl-ile olaydı bedîd
Nice sûfî olurdı âña mürîd (26a)

“Ey Nasârâ, burayı terk eylen” diye seslendiği Hristiyan halkı hile ile aldatmaya çalışmış, başlangıçta beddualarla karşılanmışsa da netice itibariyle Mescid’i eski yerine inşa etmemeleri hususunda kendilerini ikna etmiştir. İblis onlara, “bu yerin fazileti artık falan yere tahvil olunmuştur” diyerek Kamâme Kilisesi21’nin arazisini göstermiş ve bu kilisenin yapımına vesile olmuştur. Böylece uzun yıllar yine harab halde kalan Mescid-i Aksâ, Hz. Muhammed’in buradan Mirac’a yükselmesi ile yeniden hak ettiği değere kavuşmuş ve Müslümanlara on altı ay boyunca kıble olmuştur (25a-26b).

3.4. Kudüs’te Müslüman Hakimiyeti

Sonraki bâb ile birlikte İslam devrinde Kudüs’ün hikayesi anlatılmaya başlanır. Hz. Peygamber’in Hz. Ömer’e Kudüs’ün fethinin kendisine nasip olacağını müjdelediği rivayet edilirken kaynak gösterilmemiştir. Hz. Ömer’in hilafetinde, “Ümmetin emîni” Şam Valisi Ebû Ubeyde b. Cerrâh’ın komutasında girişilen Kudüs kuşatması sonuç vermiş, çok kayıp veren düşman askeri ile şehrin ileri gelenleri, ahali arasında muteber bir rahibin yıllardır ikamet ettiği manastıra giderek kendisinden medet ummuşlardır. Rahip, “Kitâb”ta okuduğu kadarıyla Hattâb Oğlu Ömer isimli, sıfatı açıklanan bir kumandanın gelip şehri kuşatacağını ve kendisine direnmenin beyhude olduğunu söylemiştir. İslam ordusu içerisine varıp kumandanı gören rahip, bunun o tasvir edilen zat olmadığını, o zatın gelmesi halinde şehrin direniş olmaksızın teslim edileceğini söyler (26b-28a).

Ebû Ubeyde’nin durumu arz eden mektubu üzerine ashâb ile müşâvere eden Hz. Ömer, Hz. Ali’nin de savunduğu Kudüs’e bizzat gitme fikrini benimsemiş ve yola revân olmuştur. Kale üzerinden gelen heyeti seyreden rahibin gıyaben haberdar olduğu Halifeyi tanıması ve yanındakilere de bildirmesi üzerine şehir teslim edilmiş, emân isteyen Kudüs halkına da Hz. Ömer tarafından bir sulhnâme verilmiştir. Mescid-i Dâvûd’un yerinin gösterilmesini isteyen Halifeye önce Kamâme, ardından Sahyun Kiliseleri gösterilmiş ancak o ikisini de yalanlayarak “Peygamber’in bize bahsetmiş olduğu o mescit bunlardan biri değildir” demiştir (28a-29a).

Sahratullah civarına gelen Hz. Ömer üstü toprakla örtülü ve mezbelelik halindeki kayayı tespit etmiş ve toprağın taşınmasını emretmiştir. Yapılan temizlikten sonra eski Mescid’in zemini ve mihrabı ortaya çıkmış, o esnada namaz vaktinin girmesiyle Halife yanında bulunan Bilâl-i Habeşî’den ezan okumasını istemiştir. Bilâl her ne kadar Hz. Peygamber’den sonra ezan okumadığını söylese de Ömer’in hatırı için okumayı kabul etmiş ancak sıra Rasulullah’ın ismini anmaya gelince gözyaşlarına hakim olamamıştır. Na‘îmî tüm ashâbın da kanlı gözyaşları döktükten sonra bu hal üzre namaza durduklarını, böyle kılınan namazın makbul olacağını yazmış, ardından yine kendinden şikayet etmiştir:

Ey Na‘îmî bu hırs u âzuñla
Vay senüñ hâline namâzuñla
Eyledikce durup namâza şurû‘
Göñlüñ eyler gam-ı cihâna rucû‘
Hûn-ı dilden tahâret itmeyicek
Milket-i nefsi gâret itmeyicek
Ne senüñ kıldıguñ namâz olıser
Ne ol vudû saña çâresâz olıser (30a)

Medine’ye dönen Hz. Ömer’in zihninde şehri imar etmek üzere tekrar Kudüs’e gitmek varsa da ömrü buna vefâ etmemiş, O da son demlerinde bu işi ashâba vasiyet etmiştir (29b-30b).

Sonraki bâb Emevî halifesi Abdülmelik b. Mervân (v. 86/705) devri ve Kubbetü’s-Sahra inşası hakkındadır. Beyt-i Makdis’in tamiri ashâba da nasip olmamış, Abdülmelik b. Mervân’ın saltanat günleri gelmiştir. Dünyanın halinin fena olduğunu gören halife yeryüzünü âbâd etmeye yönelir, mescitler, yollar ve köprüler inşa ettirir. Ardından Kudüs’ün tamirini kendisine vazife edinerek Mısır’ın yedi yıllık haracını bu işe sarf etmek üzere Kudüs’te yaptırdığı mahzene koydurmuştur. Önceden belirlenen uğurlu bir saatte (sa‘d sâ‘at) inşasına başlanan Kubbetü’s-Sahra’nın tavanı altın ile süslenmiş, yer ve duvarları ak mermerlerle döşenmiştir. Sütunları kıyama, kemerleri rükûya, temelleri/ayakları secdeye davet eden binayı görenlerin gökten indiğini sanacağını yazdıktan sonra, bir beyitlik dua ile bölümü bitirir Na‘îmî:

Zînet itdükce dehri mihr-ile mâh
Saklasun bed-nazardan ânı İlâh (32a)

Binâ tamam olduktan sonra Halife’nin bu iş için ayırdığı hazineyi kontrol eden binâ emînleri halen yüz bin dinarın mevcut olduğunu görürler. Durumu kendisi ne bildirmeleri üzerine Abdülmelik b. Mervân kalan malı onlara verdiğini bildiren bir cevap gönderir. Emînlerin buna cevabı kendilerini kanaatten ayırmaması için Allah’a dua ettikleri, dünya malına meyillerinin olmadığı yönündedir. Halife de onlara altınları eritip kubbenin üzerine zinet olarak dökmelerini bildirir. Emrolunduğu şekilde süslenen Kubbetü’s-Sahra’ya üç yüz hizmetkar atanmıştır. Bunlar haftada iki kez hamamda paklanıp temiz kıyafetler giydikten sonra misk ve zâferânı karıştırarak elde ettikleri koku ile süsleyerek binanın kapılarını açarlar. Öyle ki şehre yayılan kokudan insanlar kapıların açıldığını anlar (32a-34a).

Bu huzur ve bereket günlerinin ardından tekrar Kudüs’ün kefere eline geçişinin hikayesi, bir iki gün şâd olanın ardından dert ve gama düçar olacağını belirten mısralarla başlar. Hz. Ömer devrinde fethedildikten sonra dört yüz elli altı yıl İslam toprağı olarak kalan Kudüs bir gece denizden Antakya sahiline çıkarma yapan Frenk askerlerince kuşatılacaktır. Haçlıları Antakya’da durdurmaya çalışan İslam Ordusu başarılı olamamıştır, zira “sayısız domuz bir araya toplandığında birkaç aslanın onları kırması ne mümkündür?”. Antakya’yı alıp Kudüs’e yönelen Haçlılar şehre iki yılda ancak ulaşabilmişlerdir. Kırk günlük kuşatmanın ardından Müslümanlar daha fazla direnememiş ve Kudüs 23 Şaban Cuma günü düşmüştür. O gün yetmiş bin Müslümanın katlolunduğunu yazan müellif, geriye kalanlara üç gün mühlet verildiğini ve onların da gözü yaşlı şehri terk ederek Bağdat’a ulaştıklarını yazar (34a-35b).

Sonraki iki bâb Selahaddin Eyyûbî’nin Kudüs macerasına ayrılmıştır. Saltanatı ile âlemin yeniden can bulduğu Sultan, evvela Halep üzerine askerini sürüp ülkesine kattıktan sonra yüzünü Kudüs’e çevirir. Bu kararında Kudüs’te nice yıldır hapsolunmuş bir ehl-i hünerin Selahaddin’e göndermiş olduğu şiirin de etkisi olduğu metinde anlatılır (35b-36b). Askeri ile Kudüs üzerine yürüyen Sultanı, Şuayb Peygamber’in kabrinin bulunduğu Hıttîn adlı yerde karşılayan düşman ordusu, kıyamet gününü andıran çarpışmaların ardından mağlup olarak dağılmışlardır. Şehri kuşatan İslam ordusunun ok ve mancınık atışlarıyla çaresiz kalan Kudüs ahalisi aman dilemişlerse de Melik Selahaddin geçmişte yaptıkları ihanetler sebebiyle taleplerini geri çevirmiştir. Kudüs halkının son çare olarak, sulh yapılmazsa Mescid-i Aksâ ve Kubbetü’s-Sahra’yı ateşe vereceklerini bildirmeleri üzerine ümerası ile toplanan Sultan sulhe razı olmuştur. Hesapsız altın ve gümüş karşılığında şehri teketmelerine izin verilen düşman askerlerinin ardından Kudüs’e giren Selahaddin kâfire üç gün mühlet vermiştir. Na‘îmî hamd ile bitirdiği bölümün sonunda şu mısraları kayda geçer:

Kâfirüñ pâk olup vücûdından
Hoş halâs oldı küfr-i dûdından
Ol zamândan berü bi-Hamdillâh
Ehl-i İslâm’a oldı püşt ü penâh (39b-40a)

3.5. Devr-i Sultan Süleyman

Kırk varakta özetlediği tarihinin ardından, kendi devrindeki Kudüs’ü anlatmaya başlayan Na‘îmî’nin ilk sözleri elbette ki Kânûnî Sultan Süleyman’ın medhi üzerinedir. Bölümün başlığında onu, Rahmân’ın gölgesi, yedi iklimin padişahı, kara ve denizin sultânı olarak över ve Kuds-i Şerîf’te vâkî olan hayrât ve hasenâtını kısaca anlatacağını dile getirir.

Padişahın sefer ve fetihleri ile devam eden bölümde sırasıyla Belgrad’ın Fethi (1521), Rodos’un Fethi (1523), Üngürüs (Mohaç) Seferi (1526), Budin’in geri alınması ve Peç (Viyana Kuşatması (1529), Alaman (Alman) Seferi (1532), “Cânib-i Şark” (Irakeyn) Seferi (1534-36), Polya (Korfu) Seferi (1537) ve Boğdan Seferi (1538) anlatılır. Nice yere ise kendisinin varmayıp asker göndererek fethettiğini belirten Ni‘metullah Çelebi, buna örnek olarak Hint diyarına denizden gönderilen leşkerin aldığı şehirlerden bahseder22.

Seferler bahsinin ardından asıl konuya gelinerek Sultan’ın nice nadir eserler yaptırdığı vurgulanır. Nazarını Kudüs’e çevirmesi ise şu beyitlerle dile getirilir;

Hâssa Kuds-i Şerîf’e ol server
İtdi ‘ayn-ı ‘adâlet-ile nazar
Suya muhtâc olup o Şehr-i Şerîf
Teşnelik ehlin itmiş-idi za‘îf
Yağdı bârân-ı lutf u ihsânı
İtdi seyrâb-ı gül gibi ânı
Çekdi etrâf-ı Beyt-i Makdis’e sûr
İtdi günden güne ânı ma‘mûr (42a-b)

Sonraki iki beyit ise eserde sırrı tam olarak çözülemeyen bir veriyi içermektedir. Sultan Süleyman’ın Kudüs’ü bina etmekle görevlendirdiği üstâd ve Na‘îmî’nin ona kâtib oluşundan bahseden beyitler şöyledir;

Çün âña emr olındı kim üstâd
Eyleye ol binâları bünyâd
Kâtib oldum âña bu bende hakîr
Nazm u nesr eyledüm ânı tahrîr (42b)

Müellif, eserin devamında övgüyle söz edeceği bu üstâdın kimliği hakkında ne yazık ki hiçbir bilgi vermez. İmar ile memur kılınan, Kudüs’ü bizzat gezip ihtiyaçlarını tespit eden, halk ve kentin ileri gelenleriyle görüşüp isteklerini Sultan’a arz eden ve neticede Beytülmakdis’i yeniden mamur kılan bu “delîl-i hayr”, eser boyunca adeta bir isimsiz kahramandır. Na‘îmî’nin -anlam veremediğimiz şekilde- gizli tuttuğu isim, ondan yaklaşık bir asır sonra bölgeyi gezecek olan Evliyâ Çelebi’ye göre Lala Mustafa Paşa’dır23

Övgüyle söz ettiği zatın giriştiği büyük hizmeti kaleme dökmenin kendi kudretini aşan ağır bir yük olduğunu belirten Na‘îmî, eserde olacak hatalardan dolayı özür diler ve okuyucunun gördüğü hatayı ıslah etmesi ricasında bulunur (42b).

3.6. Kudüs Suya Kavuşuyor

Kânûnî Sultan Süleyman’ın Kudüs’teki hizmetlerine su bahsiyle başlanır. Arîş’ten Fırat’a kadar olan bölgeyi tahrir etmekle görevlendirilen “üstad”, Kudüs’ü hayranlıkla dolaşıp her köşesini ayrı ayrı seyretmiş ancak nazarına bir su kaynağı düşmemiştir. Çiçeklerin, ağaçların kurumuş ve suya hasret hallerinden çok etkilenen bu zat, etrafına topladığı yöneticilere bu susuzluğun sebebini sorar. Bölgede, at ile iki günlük mesafede pek çok pınar barındıran bir dağın bulunduğu, vaktiyle İsrailoğullarının buradan şehre su getirdikleri ancak zamanla suyollarının harap olup geriye bir taşın bile kalmadığı cevabını alır. Bu cevapla yetinmeyip suyu ilk kez getirenin kim olduğu hakkında detaylı bilgi istemesi üzerine, içerisinde nice güzel hikayeler bulunan bir kitap önüne getirilir. Kitapta yer alan hikayelerden birine göre mezkur suyu Kudüs’e ilk getiren Babil Hükümdarı Sencârib’dir. Sözüne hürmet ettiği Hz.Şa’yâ’nın yönlendirmesiyle bu işe girişmiş ve yedi yıl süren çalışmayla Kudüs’ü suya kavuşturmuştur. Hikayenin sonunda, Sencârib’in çok emek sarf edip kıyamete kadar hayırla yad edileceği bir eser bıraktığını belirten müellif, okuyucularına nasihat etmekten de geri durmaz. Ona göre meyl edilmemesi gereken bu yalancı dünyada yapılması gereken saraylar inşa ettirmek değil, mescid, medrese ve köprüler yaptırmaktır (42b-46b).

Su hakkındaki rivayetleri dinleyen ve onu Kudüs’e tekrar ulaştırmaktan başka bir düşüncesi kalmayan “ehl-i kerem”, durumu Sultan Süleyman’a arz eder. Bu arz, Ni‘metullah Çelebi’nin kalemine özetle şöyle yansır;

Ehl-i Kuds ü müsâfir ü huccâc
Şimdi ol şehirde suya muhtâc

Umulur bunca teşne-i pür-tâb
Âb-ı lütfuñla olalar seyrâb (47a)

Haberi alan Kânûnî uzun süredir ziyaret ve imar etmek istediği Kudüs’e hizmet edebilme fırsatını elde ettiği için hayli sevinmiştir. Aşağıdaki beyitlerde müellifimiz Sultan’ın süruruna tercüman olur;

İrdi çünkim o nâme-i mestûr
Hâtır-ı şâha virdi hayli sürûr
Didi Kuds-i Şerîf’e çok demdür
İştiyâkım göñülde muhkemdür
Fikrim ânı ‘imâret itmekdür
Belki varup ziyâret itmekdür (47a)

Belki de vâcib oldı bî-taksîr
Eyleyim Beyt-i Makdis’i ta‘mîr
Evvelâ âña su götürsünler
Ol binâya hemân el ursunlar
Dimesünler ki çok hazîne gider
Bir içim suyı biñ hazîne deger (47b)

Sultanın emrinin ulaşmasıyla sevinme sırası bu kez Kudüs’teki memuruna gelmiştir. Aldığı haberin mutluluğu ile atına binip doğruca bahsi geçen suyun kaynağına gider ve gördüğü pınarlarla hal dili ile söyleşir. Su kaynaklarının ellerinden tutup kendilerini Kudüs’e ulaştırmalarını istediğini belirten Na‘îmî, bizzat kendisinin de bu çeşmelerle, neşet ettikleri dağı gördüğünü ve adeta cennetin ayağına getirildiğini hissettiğini yazmıştır. Bu pınarların güzelliğini anlatmanın mümkün olmadığını düşünse de, denizden bir damla kadarını okuyucusuyla paylaşmıştır. Cana safa, hastalığa şifa verdiğini, seyrinin dahi elemi yok ettiğini yazdığı pınarlar sırasıyla Ayn-ı A‘tân, Ayn-ı Ferrûc ve Ayn-ı Sâlih’tir (47b-49b).

“Sıfat-ı Kârhâne-i Âb” başlığı ile anlatılmaya başlanan kazı ve inşa çalışmaları, Anadolu ve Şam diyarından toplanan üstadların, önceden belirlenen uğurlu saatte temel atmalarıyla başlamıştır. Müellif uğurlu (sa‘d) saatte inşaata başlama uygulamasına her bina yapımında başvurulduğunu söyler24. Çalışma taş işçilerinin dağı oymalarıyla başlar. Ardından hendekler açılıp künkler yerleştirilir. Ellerine aldıkları taşları adeta hamur haline getiren löğüncülerin ardından suyolcular devreye girer ve suyu künklere vererek faaliyeti sonlandırırlar. Suyun akmaya başlamasıyla vadiler gülistan olur ve toprak çimenlerle yeşil bir denize döner. Halkın da suya kandığını haber veren müellif, her türlü hayrın bir karşılığı olduğunu ancak suya kavuşturmanın her hayrın üzerinde olduğunu ekler. Buna örnek olarak da Hz. Peygamber’in susamış bir köpeğe su verdiği için cennetle mükafatlandırılan günahkar adamın hikayesine dair hadisini aktarır (49b-51a).

Suyun Hz. İsâ’nın doğduğu şehir olan Beytüllahim’e ulaşması bahsi ile devam eden eserde, yöre halkının “suda bizim de göz hakkımız yok mudur” diye sormaları üzerine biri insanlar, diğeri hayvanlar için iki latif havuz inşa edildiği anlatılır. Kudüs yönünde devam eden kazı çalışmaları esnasında karşılaşılan bazı zorluklara da değinildikten sonra aylarca süren meşakkatli faaliyetin ardından nihayet suyun şehre ulaşması bahsine gelinir (51a-53b). Mübarek ve uğurlu bir vakitte Kudüs’e ulaşan suyun Harem-i Şerîf’e girişi aşağıdaki beyitlerle tasvir edilir;

Gör ol âb-ı latîfüñ âdâbın
Harem’üñ basmadı geçüp bâbın
Geçdi tahtından işiginüñ ol
Budur ehl-i tevâzu‘ olana yol (54a)

Suya kavuşması ile birlikte adeta yeniden doğan, dirilen şehrin sevincini, çiçeklerin halleri ile tasvir eden müellif ardından bahsi inşa edilen şadırvan ve çeşmelere getirir. Aksatullâh ve Sahratullâh arasına inşa edilen şadırvana ve dört çeşmesine ayrı başlıklar açarak güzellik ve kıymetlerini aktarır. Çeşmelerin isimleri Çeşme-i Bâb-ı Huttâ, Çeşme-i Bâb-ı Silsile, Çeşme-i Hammâmü’l-‘Ayn ve Çeşme-i Bâbü’n-Nâzır’dır (54b- 57a).

3.7. Mescidlerin İhyâsı ve Tezyîni

Su ile ihya olunan canlıların ardından sıra Mescid’in tamirine gelmiştir. Mescid-i Aksâ ve Kubbetü’s-Sahra’nın baştan ayağa harap olduğunu yazan Ni‘metullah Çelebi, yağmurda kubbelerden sızan suyun mescidlere dolduğunu, o esnada bir mümin içeri girse sudaki balık gibi olacağını anlatır;

Sahratullâh’la Mescid-i Aksâ
Olmış idi harâb sertâpâ
Kubbeler eyle olmuş-ıdı harâb
Vakt-i bârânda içine akan âb
Kapularından akmasa fil-hâl
Mescid olurdı suyla mâlâmâl
Girse bir mü’min ol mahalde âña
Bî-şekk olurdı ke’s-semeki fi’l-mâ (57a)

Aksatullâh’ın bu harap halinden haberdar olan Sultan Süleyman derhal emir vererek Mescid’in Kâbe gibi âbâd edilmesini ister;

Çünki bu hâli Aksâtullâh’uñ
Oldı rûşen zamîrine şâhuñ
Câyiz olmadı hîç yanında
Ki harâb ola ol zamânında
Emr kıldı o menba‘-ı ihsân
Kuds ola Ka‘be gibi âbâdân
Lâzım ise eger esâs-ı cedîd
Eyleyeler binâ idüp tecdîd
Eyle sa‘y ideler o bünyâda
Olmaya dahî misli dünyâda (57b)

Tespit yapmak üzere gelen mimarlar bina yüzeylerinin harap olduğunu ve ahşap zeminlerin köhnediğini görmüşlerdir. Bakraz Dağı’ndan ahşap temin edilerek deniz yoluyla Kudüs’e taşınmıştır. Marangozların bir yıl süren ihtimamlı çalışması neticesinde tüm ahşap yüzeyler yenilenmiştir (57b-58a). Ardından Anadolu’dan (Rum’dan) gelen bir üstad eskiyen kurşunları yenileme işine girişir. Mevcut köhne kurşunları eritip yeniden levha haline getirir ve pek çok yeri bunlarla yeniler. Kurşunun kafi gelmemesi üzerine ise ustaca bir tasarrufta bulunur. Harem içerisinde bulunan eski bir toprak yığınının “eski kurşun türâbı” olduğunu fark eder ve o toprağın içerisinden çıkardığı bin kantar kurşun ile kubbelerin örtüsünü tamamlar (58a).

Marangozların ardından sırayı zergerler yani kuyumcular/altın işleyicileri alır. Kendisi de iyi bir kuyumcu olduğu bilinen Sultan Süleyman’ın şanına layık olacak şekilde altından alemler işlenir. Yıldızlar gibi parlayan alemler, bayram gecesindeki ayı andıran hilallerle tamamlanır (58a-b). Kırılan camlar renk renk yenileriyle değiştirilmiş, parçalanan mermerlerin yerine konulmak üzere ele geçen ne kadar mermer varsa işlenmiştir. Ortaya çıkan eser eskisinden daha güzel olmuştur. Mescid imarı bahsine son verirken Na‘îmî, Sahratullâh’a günde yüz cüz okumak üzere yüz kârînin tayin edildiğini belirtir ve Kur’ân’ın hürmetine, çok viraneleri mamur kılan Sultan’a uzun ömürler vermesi için Allah’a yakarır (58b-59a).

3.8. Surun Yerinin Tespiti ve Yeniden İnşası

Yenilenen, tazelenen, süslenen şehrin güvenliği, büyük Sultanın sıradaki meselesi olmuştur. Her türlü tehlikeden korumak üzere Kudüs’ün etrafının surla çevirilmesi emrini vermiş ve öncelikli olarak da Hz. Süleyman’ın yaptırmış olduğu kadim duvarların kalıntılarının tespit edilerek yeni yapılacak olan surun bu temeller üzerine inşa edilmesini buyurmuştur. İşe nâzır olarak Halep’te meskun olan Arap ve Acem Defterdarını25 görevlendirmesi ve buyrukları eserde şöyle anlatılır;

Hem o dem itdi şâh-ı cem-mikdâr
Bir Hıredmendi mâla defterdâr
Ola taht-ı yedinde mülk-i ‘Arab
Ola mesned-nişîni şehr-i Haleb
Âña ısmarlayup didi tekrâr
Varasın Beyt-i Makdis’e zinhâr
Âña emr eyledüm ki yapıla sûr
Ola ol da Medîne-veş ma‘mûr
Bulasın çünki ol makâma vusûl
Cân u dilden idüp bu emri kabûl
Sûrı yapmağa ihtimâm idesün
Rûz u şeb ihtimâm-ı tâm idesün
Vardığuñ gibi sal binaya esâs
Eyleme gayrıya bu emri kıyâs (59b)

Emri alan defterdar öyle hızlı yola koyulmuştur ki müellif neredeyse tayy-i mekân yapacağını söyler. Kudüs’e varır varmaz şehrin etrafını baştan başa gezmiş ancak kadim surdan ne bir eser görmüş ne de bir taşa rastlamıştır. Bir iki yerde doldurulmuş eski hendek izlerine rastlamış, yaptırdığı ölçümde uzunluğu 5300 zirâ (yaklaşık 3975 metre) olarak belirlenmiştir. Dört bir yana gönderilen nameler ile, belirlenen yere temelin kazılması için üstadlar davet edilmiş, Halep, Mısır ve Şam’dan gelenlere şehrin ahalisi de katılarak belirlenen günde toplanmışlardır. Yine o gün topluluğa katılanlar arasında ilmiyle âmil iki veli zatın da bulunduğunu haber veren Na‘îmî, bunlardan birinin Mağrib’den geldiğini, diğerinin ise Kudüs Dağı’nda meskûn olduğunu yazar. Surun temelini atan ve ardından bütün insan ve meleklerin amin nidaları arasında Padişah için dualar eden iki veli, şehir halkının davetlerine rağmen kalmayıp yola revân olmuşlardır (59b-60b).

Sur inşası için kurulan şantiye (kârhâne) hakkında kısa bir malumatın ardından sûra emîn olan zatın26 methine ve halk arasında dolaşan söylentilere kulak tıkayarak gece gündüz sürdürdüğü çalışmaya geçilir. Her türlü zor işin üstadı olan bu gün görmüş pîr-i fânînin surun temelini atmasıyla birlikte halk arasında yayılmaya başlayan dedikodular mealen şöyledir: “Bu muazzam suru o güne kadar yapmaya niyetlenen her sultan, tüm maddi imkanlarını ve insan gücünü bu işe sarf ettiği gibi kendisi dahi bizzat işin başında bulunur ve bu şartlarda dahi iş nice yıllar sürerdi. Kara ve denizin sultanının bu surun inşasına emin tayin ettiği zat âkildir ancak zayıf, kuvvetsizdir. Bu iş için en az iki üç hikmetli kişinin görevlendirilmesi gerekirdi. Ayrıca yeryüzünde taştan eser yokken, bunca sur için gerekli taş nerden bulunacak? Hiç değilse üç yıl önceden dağlardan kesilip getirtilmesi gerekmez miydi?”(62a-63a). Sur emininin bu kîl ü kâl karşısındaki tutumu Na‘îmî’nin kaleminden şöyle dökülür:

İşidüp dir idi o merd-i güzîn
Gam degildür çü yâver ola Mu‘în
İdinüp ‘avn-i kerd-kârı zahîr
Şevk-ile girdi kâra bî-te’hîr
Çekdi himmet kuşağını beline
Aldı hıdmet ‘asâsını eline
Hiçbir lahza itmeyüp ârâm
Rûz u şeb kıldı ihtimâm-ı tâm (63a)

Eserdeki yagâne tarihi sur inşaatı hakkında bilgi veren Na‘îmî, 944/1537-38 yılını başlangıç olarak aktarır ve dördüncü yılda da (948/1541-42) tamam olduğunu yazar (64a). Sura altı kapı yapıldığını belirtirken bunların dördünün ismini vererek hangi istikamete açıldıklarını ve hangi yönden gelenlerin bu kapıları kullandığını anlatır. İsmini verdiği kapılar Bâb-ı Amûd, Bâb-ı Halîlü’r-Rahmân, Bâb-ı Dâvûd ve

Bâb-ı Meryem’dir (64b-65b).

Yapılan surun ihata ettiği üç dağ bahsi ile devam edilen eserde vasıfları anlatılan dağlar Sahyûn, Sâhire ve Mâmille’dir. Müellif her bir dağa dair tasvirini hikmetli bir hikaye ile desteklemiştir (65b-68b).

3.9. Kudüs’ün Faziletlerinden Bir Demet

Kudüs ve Kânûnî bahsini kapayan Na‘îmî, eserini tamamlamadan önce şehrin faziletlerine dair bazı rivayetler aktarır. Kudüs’ün faziletlerinin çok olduğunu ve kendisinin ise bunları anlatmaya liyakatinin bulunmadığını belirtmiş, yine de “bir iki varak” dahi olsa yazmayı ve kitabı bu şekilde hitama erdirmeyi uygun bulmuştur. Esere ismini veren Kudüs’ün faziletlerini sona bırakmış olmasını ise, balın (tatlının) yemeğin sonunda yenmesine benzetir (69a).

Kur’ân-ı Kerîm ve hadislerdeki bilgilerle fezail bahsine başlamışsa da, konuya dair her ayeti eserine almasının mümkün olmadığını belirterek İsrâ sûresinin ilk ayetinin Kudüs’ün faziletini anlatmaya yeterli olduğunu yazmıştır. Ardından Mirac hadisesinde Hz. Peygamber’in göğe neden Kudüs’ten yükseldiğini sorgular ve cevap olarak da göğün kapılarından en büyüğünün Sahratullah’a mukabil düştüğünün rivayet edildiğini belirtir. Mirac dönüşü tüm peygamberlere Kudüs’te kıldırılan namaz da buranın fazileti için yeterli delildir (69a-b).

Müellif Kudüs’te namaz kılmanın faziletine dair rivayetleri sıraladıktan sonra, oraya gitmeye güç yetiremeyenin (kandillerde kullanılmak üzere) zeytinyağı göndererek gitmiş gibi olacağını bildiren hadis ile devam eder. Ardından meleklerin Mescid-i Beyt-i Makdis’te toplanıp Allah’ı tesbih ettiklerine dair bir rivayeti ve Kudüs’te defnedilmenin faziletini anlatan bir hikayeyi aktararak sözü Kubbetü’s-Sahra’nın altındaki Hacer-i Muallaka’ya getirir (69b-73a). Yerle teması olmayan, üzerinde Mirac hadisesinden kalma Hz. Peygamber’in ayak izi bulunan Sahra’yı, yeryüzünde ne kadar su varsa hepsinin kaynağını altında bulunduran taş olarak tanımladıktan sonra, kendisinin havada duran bu kayayı ziyaretini anlatır. Günahlarından ötürü üstüne yıkılacağı korkusuyla yanına gitmeye korktuğunu ve yaşadığı tereddütleri şöyle mısralara döker:

Ben de buldum çün ol makâma vusûl
Havf itdüm ki idem âña duhûl
Yıkıla üstime günâhumdan
Kurtara beni her gün âhumdan
Soñra gördüm ki nice ehl-i fücûr
Emr ü nehy ü salâtdan mehcûr
Ol makâma girer nedâmetle
Çıkar ândan yine selâmetle
Ben de kasd itdüm idem âña ‘ubûr
Eyledi yine hâtıruma hutûr
Şâyed ânlara verdi mehl O Celîl
Kim bile baña eyleye ta‘cîl
Kerem-i Hakk’a ittikâ itdüm
Girdüm âhir âña du‘â itdüm (74a-b)

Allah’ın keremine sığınarak girdiği mağarada Hacer-i Muallaka’yı dikkatlice inceleyen Ni‘metullah Çelebi, düz olmayıp bazı yerlerde yere meylediyorsa da kayanın zemine temas etmediğini ve havada asılı durduğunu doğrular. Etrafının duvarla çevrili olduğunu ve bu duvarın da vaktiyle kayanın altına doğru giren hamile bir kadının korkusundan çocuğunu düşürmesi üzerine yapıldığını nakleder (74b).

Kudüs’e dair muhtelif rivayetlerle devam eden eserdeki başlıklar sırasıyla şöyledir: Kudüs’ün, Kâbe, Medine ve Tûr-i Sînâ ile birlikte Deccal’in giremeyeceği dört yerden biri olması (74b-75a); Kudüs’ün mahşer ve menşer yeri olduğu (75a); İsrâfil’in Sûr’a, göğe diğer yerlerden daha yakın olduğu için Sahratullah üzerinden üfleyeceği (75a); Mescid-i Aksâ içerisindeki Bi’r-i Varak adlı bir kuyudan Cennet bahçelerinden bir bahçeye geçerek oradan aldığı iki yaprakla geriye dönen zatın hikayesi (75b-76b); Hz. Dâvûd’un tüm insanları ve cinleri Zebûr dinlemek üzere davet etmesi ve toplanan cümle canlıların Hz. Dâvûd’un hitabı karşısında gözyaşlarına boğulmaları ve kiminin dayanamayıp canını teslim etmesi üzerine Hz. Süleyman’ın babasına seslenerek halkın helak olduğunu ve dua etmesini istemesi (76b-77a); Hz. Ermiyâ’nın (Hz. Üzeyr), Buhtü’n-Nasr’ın harap ettiği Kudüs’ü görerek “heyhat, bu şehir ölmüşken yeniden hayat (mı) bulacak” dediği anda canını teslim etmesi ve yüz yıl ölü kaldıktan sonra tekrar diriltilmesi27 (77a-b); Hz. Dâvûd devrinde divan kubbesi/kemerinde asılı duran ve kendisine başvuran davalılardan haklı taraf elini uzatınca kendisine doğru alçalıp, haksız tarafa yaklaşmadığı için “adalet zinciri” olarak adlandırılan zincirin, bir Yahudi’nin yaptığı hileden sonra kimse için alçalmadığı (77b-78b); Mescid-i Aksâ’nın kubbesinin bir deprem esnasında göğe yükselip ardından yerine indirilmesi (78b-79a). Bu rivayetlerle Kudüs’ün faziletleri bahsine son veren müellif, günahlarından şikâyet ettiği bir münâcâtın ardından Sultan’a övgüler ile eserini sonlandıracaktır.

Yâ İlâhî benem ol ehl-i günâh
Eyledüm nâmemi elimle siyâh (79a)

Bu beyitle başlayan münâcâtın genelinde Ni‘metullah Çelebi’nin günahkarlığına vurgusu hâkimdir. Kendisini mücrim, âsî ve günahkar olarak nitelendirirken, hayır ve şerrini kaydetmesi için görevlendirilen iki melekten şerri yazanın gece gündüz aralıksız yazdığını, hayrı yazanın ise bir harf dahi kaleme almadığını söyler. Az zamanda çok hata etmiş ve her ne etmişse yine kendisine etmiştir. Hal böyle iken mahşer gününde Muhammed ümmetinin kendisinden ar ederek aralarına kabul etmemelerinden korkmaktadır. Yine de ümidini kesmediğini şu dizeler ile belirtir (79a-80a):

Bir işim yoğ-iken kabûle karîb
Beni nice kabûl ide o Habîb
Kesmem ammâ ümîdi kat‘â
Ey Na‘îmî bu söz midür hâşâ (80a)

Fezâyil-i Kuds Sultan Süleyman’ın şahsına övgü ve saltanatına dua ile son bulur. Na‘îmî, Allah’ın yeryüzündeki gölgesi olarak nitelendirdiği Sultan’ın, dostlarına huzur, düşmanlarına ise korku saldığını yazar. Zamanın onun gibi kerim bir şah ve devri gibi huzur ve güvenlik içinde bir devir görmediğini belirtip ömrünün uzun olması için dualarda bulunur. Ardından, şair tezkirelerine de girmiş olan şu gazeli ile, elimize ulaşan yegâne eserine son verir (80a-b):

Âsitânuñdur şehâ dergâh-ı a‘lâmuz bizüm
Hak bilür yok gayrı kapuda temennâmuz bizüm
Kullaruñ ‘âlî-cenâb-îse biz eñ ednâsıyuz
Yoluña olsun fedâ a‘lâmuz ednâmuz bizüm
Kul olan kapuñda buldı iki ‘âlem devletin
Ey medâr- ı devlet-i dünyâ vü ‘ukbâmuz bizüm
Tapuña medh u senâdan özge yokdur tuhfemüz
Beyt-i Makdis’den du‘âlardur hedâyâmuz bizüm
Ey Na‘îmî ol Şeh-i ‘âlî-cenâba dâyimâ
Cân u dildendür du‘â-yı devlet-efzâmuz bizüm (80b-81a)

Dipnotlar

  1. Türkiye Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı, Süleymaniye Yazma Eser Kütüphanesi Müdür V.; Yazma
    Eser Uzmanı, menderesvelioglu@yahoo.com ↩︎
  2. Bu metin, Türkiye Yazma Eserler Kurumu Yayınları arasında basılan “Fezâ’il-i Kuds / Kudüs’ün
    Fazîletleri” adlı eserin giriş kısmında yayımlanmıştır. ↩︎
  3. Âşık Çelebi, Meşâ‘iru’ş-Şu‘arâ, (Haz. Filiz Kılıç), İstanbul, 2010, s. 887 ↩︎
  4. Âşık Çelebi, aynı yer; Kınalızâde Hasan Çelebi, Tezkiretü’ş-Şu‘arâ, (Haz. Aysun Sungurhan Eyduran),
    Ankara 2009, s.835; Gelibolulu Mustafa Âlî, Künhü’l-Ahbâr’ın Tezkire Kısmı, (Haz. Mustafa
    İsen), Ankara, 1994, s.280; Nev‘îzâde Atâî, Hadâiku’l-Hakâik fî Tekmileti’ş-Şakâik, (Haz. Abdülkadir
    Özcan), İstanbul, 1989, s.111. Atâî. Kāmûsu’l-A‘lâm hatalı olarak Tacîzâde Sa‘dî Çelebi yazmıştır.
    Tacîzâdenin İstanbul kadılığı yoktur. ↩︎
  5. Evliya Çelebi bu zatın Lala Mustafa Paşa olduğunu söyler. Evliyâ Çelebi Seyahatnâmesi, IX. Kitap,
    (Haz. Seyit Ali Kahraman, Yücel Dağlı, Robert Dankoff), s. 219. ↩︎
  6. Çün aňa emr olındı kim üstâd
    Eyleye ol binâları bünyâd
    Kâtib oldum aňa bu bende-i ḥaḳīr
    Naẓm u nesr eyledüm anı taḥrīr
    (Fezâyil-i Kuds, Fatih 4446, 42b) ↩︎
  7. A.g.e., 64a ↩︎
  8. Bkz. A.g.e., 43b,74a. ↩︎
  9. Âşık Çelebi, a.g.e., aynı yer; Atai, a.g.e., aynı yer; Kınalızâde Hasan Çelebi, a.g.e, aynı yer. ↩︎
  10. Âşık Çelebi, aynı yer. ↩︎
  11. Niksârîzâde Kadı Mahmud Efendi (1025/1616). Atâi, a.g.e., c. 2, s. 548. ↩︎
  12. Atâî, a.g.e, s.111. ↩︎
  13. Âşık Çelebi, aynı yer. ↩︎
  14. Hasan Çelebi, aynı yer. ↩︎
  15. Âşık Çelebi, aynı yer. ↩︎
  16. Eserin muhtelif yerlerinde kendisine dair sarf ettiği bu karamsar ifadelerin sebebini tam olarak anlayabilmek mümkün değildir. Müellifin hayatı bahsinde belirttiğimiz ilmiye tarikinde layıkıyla ilerleyememiş olması ve genel manadaki talihsizliğinin yanında, haddinden fazla uzamış bir taşra (Kudüs) görevi ve sıla hasreti de müellifimizi ümitsizliğe sevk eden sebepler arasında yer alabilir. ↩︎
  17. Müellif, Tevrat’ta bahsi geçen Hz. İbrahim devrinde yaşamış Kral Melkisedek ile Hz. Nuh’un oğlu
    Sam’ı karıştırıyor olmalıdır. ↩︎
  18. Milattan önce 605-552 yılları arasında hüküm süren Bâbil kralı Buhtunnasr hakkında detaylı bilgi için
    bkz. Harman, Ömer Faruk, “Buhtunnasr”, DİA, C. 6, S. 380-81. ↩︎
  19. Pers Kralı Kiros/Cyrus (M.Ö. 539). ↩︎
  20. Roma Veliaht Prensi Titus (M.S. 70) ↩︎
  21. İçerisinde Hz. Îsâ’nın mezarının bulunduğuna inanılan Kudüs’teki Kıyamet Kilisesi’nin Osmanlı dönemindeki ismi. Ayrıntılı bilgi için bkz. Ahmet Türkan, Anahtarını İki Müslüman Ailenin Koruduğu
    Kilise: Kıyamet Kilisesi, Milel ve Nihal, Ağustos 2013. ↩︎
  22. 1538 yılında Hadım Süleyman Paşa serdarlığında gerçekleştirilen Hindistan Seferi kastediliyor olmalıdır. ↩︎
  23. Evliyâ Çelebi Seyahatnâmesi, IX. Kitap, s. 219, Haz. Seyit Ali Kahraman, Yücel Dağlı, Robert Dankoff.
    Evliyâ Çelebi burada Sultan Süleyman’ın gördüğü bir rüya üzerine Lala Mustafa Paşa’yı Kudüs’ün
    imarıyla vazifelendirdiğini anlattıktan sonra yapılan çalışmalar hakkında da değerli bilgiler
    verir. ↩︎
  24. Süleymaniye Camii’nin inşası için müneccimlerin uğurlu saat tespit ettikleri hakkında bakınız: Celalzâde Mustafa Çelebi, Tabakâtü’l-Memâlik ve Derecâtü’l-Mesâlik, Süleymaniye Yazma Eser Kütüphanesi,Fatih Koleksiyonu, No. 4422, vr .424a. ↩︎
  25. Eserde Hem o dem itdi şâh-ı cem-mikdâr
    Bir Hıredmendi mâla defterdâr
    Ola taḫt-ı yedinde mülk-i Arab
    Ola mesned-nişîni şehr-i Haleb” (59b)
    mısralarıyla bahsettiği görevli Arap ve Acem Defterdarı olmalıdır. Yavuz Sultan Selim’in Doğu bölgelerindeki fetihleri sonrası bölgenin mali işlerinin yürütülmesi için merkezi Halep’te olan Arap ve
    Acem Defterdarlığı isminde yeni bir defterdarlığın kurulması hakkında bakınız, Mübahat S. Kütükoğlu, “Defterdar”, D.İ.A., c. 9, s. 95. Fahmi al-Ansari kaynak belirtmeksizin, sura nazır olarak atanan kişinin ismini Bayram Çavuş olarak verir. http://www.sabahulkesi.com/2017/06/30/kudueste-kanuni-devrinden-bazi-eserler-fahmi-ansari/ ↩︎
  26. Fahmi al-Ansârî aynı yazısında yine kaynak belirtmeksizin bu zatın ismini Nakkaş Mehmed Çelebi
    olarak verir. http://www.sabahulkesi.com/2017/06/30/kudueste-kanuni-devrinden-bazi-eserler-fahmi-ansari/ ↩︎
  27. Bakara Sûresi 259. ayette anlatılan kıssaya atıf. ↩︎

KAYNAKÇA

ÂŞIK ÇELEBİ, Meşâ‘iru’ş-Şu‘arâ, (Haz. Filiz Kılıç), İstanbul Araştırmaları Enstitüsü Yayınları, İstanbul, 2010.
CELALZÂDE MUSTAFA ÇELEBİ, Tabakâtü’l-Memâlik ve Derecâtü’l-Mesâlik, Süleymaniye Yazma Eser Kütüphanesi, Fatih Koleksiyonu, Nu: 4422.
EVLİYÂ ÇELEBİ, Evliyâ Çelebi Seyahatnâmesi, IX. Kitap, (Haz. Seyit Ali Kahraman, Yücel Dağlı, Robert Dankoff), Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2005.
FAHMİ AL-ANSARİ, Kudüs’te Kanuni Devrinden Bazı Eserler, http://www.sabahulkesi.com/2017/06/30/kudueste-kanuni-devrinden-bazi-eserler-fahmi-ansari/
GELİBOLULU MUSTAFA ÂLÎ, Künhü’l-Ahbâr’ın Tezkire Kısmı, (Haz. Mustafa İsen), Atatürk Kültür Merkezi Yayınları, Ankara, 1994.
HARMAN, Ömer Faruk, “Buhtunnasr”, D.İ.A., TDV Yayınları, İstanbul, c. 6, s. 380-81.
KINALIZÂDE HASAN ÇELEBİ, Tezkiretü’ş-Şu‘arâ, (Haz. Aysun Sungurhan Eyduran), Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara, 2009, (e-kitap).
KÜTÜKOĞLU, Mübahat S. “Defterdar”, D.İ.A., TDV Yayınları, İstanbul, c. 9, s. 95.
MEHMED SÜREYYÂ, Sicill-i Osmânî Yahud Tezkire-i Meşâhir-i Osmâniyye, (Haz.Orhan Hülâgü, Mustafa Ekincikli, Hamdi Savaş), Sebil Yayınevi, İstanbul, 1998.
NEV‘ÎZÂDE ATÂÎ, Hadâiku’l-Hakâik fî Tekmileti’ş-Şakâik, (Haz. Abdülkadir Özcan), Çağrı Yayınları, İstanbul, 1989.
ŞEMSEDDİN SÂMÎ, Kâmûsü’l-A‘lâm, Mihran Matbaası, İstanbul, 1312H.
TÜRKAN, Ahmet, “Anahtarını İki Müslüman Ailenin Koruduğu Kilise: Kıyamet Kilisesi”, Milel ve Nihal, Ağustos 2013.